top of page

Alchera (Düş Zamanı)



Güney yarım kürenin yaz mevsimi için serin sayılabilecek bir günün sabahında yollara düştüm, yürüyorum. Her gün yaptığım gibi yürüyorum fakat o sabah diğer sabahlardan biraz farklı sanki; fenafillah bir hallerdeyim; büyük bir doğa felaketinden arta kalmış gibiyim; saçım başım rüzgardan dağılıyor, sırt çantam sırtıma tonlarca yük bindiriyor, yazlık pabuçlarım ayaklarımı acıtıyor ama önemli gelmiyor artık bana hiçbir şey... sadece yürüyorum... Aç mıyım, yorgun muyum, hasta mıyım... ne haldeyim belli değil. O an yapmak istediğim şeyi yapıyorum; kulaklarıma dolan keman suitiyle uçuyorum. Bach'ın "air on the g-string"i ile bazen hiç oluyorum bazen çok oluyorum. Bu eser hayatın fon müziği gibi, yok oluşun yegane melodisi sanki, tüm dinlerde söylenen ortak bir dua gibi. Teslim ettim kendimi; keman suiti kulaklarımdan başlayıp tüm bedenimi ele geçirdi, ayaklarıma hükmettiğinde parklardan, yollardan geçiyordum. İçine sımsıkı kapanmış evlerin önünden geçiyordum. Özlediğim anneme belki biri benzer diye sokak sokak bu şehrin annelerini arıyordum. Neye dokunuyorsam onun şeklini alıyor, neye bakıyorsam onun rengine bürünüyordum. Evlerin pencerelerine yansıyan suretlerimi görüyorum. Gölgem, suretim ve ben.. yürüyoruz yollar boyu, kıtalar boyu... Ben yollardan geçtim benden ise kadınlar ve adamlar. Hepsinin yüzünde uzak diyarlar. Gökyüzündeki bulutlar da tıpkı insan yüzlerine benziyorlar. Ve Djan'kawu*'un yarattığı ulu ağaçlar; bu kıta var olmadan önce sanki hep buradaymışlar. Bu toprakların 200 yıllık tarihinden çok daha ötesini bilen bir halleri var. Ve o ulu ağaçların üzerinde yaşayan kuşlar, Waramurungundi*’nin öğrettiği her dilde şakıyorlar. Bulutlar, ağaçlar, kuşlar ve dingolar bu coğrafyada düş zamanlarından kalmalar. Ben o sabah, yürürken daha önce hiç bilmediğim bir hayatın içinde, önüme düştü ölü bir serçe. Düşen bir hayat vardı çirkin ayaklarımın dibine. Ben dona-kalmışken bir diğer serçe geldi yanına ve başladı ölü serçenin üstünde zıplamaya. Minicik serçe kökten sarsıyordu hayatı gözümün önünde. Diri olan ölü olana "uyan uyan" der gibiydi, "düşemezsin hayattan, uçman gerek insan yüzlü bulutların arasından" Kuşlar bile biliyor yaşamanın güzelliğini. Ben o ana kadar öylece izlerken olup biteni bir rüya gibi, zaman ve hayat avuçlarımdan akıp gitti. Minik serçe öldüğünden beri, izlemek değil yaşamak istiyorum artık. Ulu ağaçların gölgesi kıblem, üzerinde yürüdüğüm çayırlar seccadem olsun... Yine bir sabah, Spinoza'nın ayak izlerini takip ederken , düş zamanlarının birinde Kurukita adında bir kadına rastladım. Kuvars taşlarıyla kaplı bedeni, kendi çevresinde döne done ışık saçıyordu. Bir yılanın ilk ısırığından sonra ilk adetini görmüş Kurukita ve o günden sonra Ay'ın en genç ve en güzel karısı olarak anılmış. Ay aslında yeryüzündeki tüm kadınların kocasıymış. Ay kadınlara iki büyük hediye vermiş; doğurganlık ve yaşam umudu. Ne yazık ki kadınlar modern çağlarda hem umutlarını hem de doğurganlıklarını kaybetmişler. Ay erildir, güneş ise dişil. Güneş doğurur tüm güzellikleri. Ama güneş artık dünyaya yaptıkları için insanlara o kadar kızgın ki yakıp kavuruyor her şeyi. O kızgın güneşin altında bir Aborjin Didgeridoo* çalıyor. Bu mistik ses insanı evrenin sonsuz küçüklüğünden alıp kendi içindeki sonsuz büyüklüğe ulaştırıyor ve başka dünyalardan yıldızlar getiriyor. O yıldızlar geldiğinde kuşları uyandırmaya korkan tatlı bir meltem esiyor ve Yiddaki sesi Ney sesine karışıyor. Gökkuşağı yılanı kamışların arasından geçerken Ney'in yanık sesi, seher vaktinde güneş ışığının en yüksek yerlerine kadar yükseliyor ve gök kuşağı yılanı beni ısırdığında Ney bana panzehir oluyor. İşte o an hasret sona eriyor ve mesafeler anlamını yitiriyor. Yürüdüm yollar boyu, kıtalar boyu ve yolculuğumun sonuna geldiğimde yeryüzündeki bütün sınırları yıkan tek şeyin Müzik olduğunu gördüm. Bach'ın kemanı, Aborijin'in Yiddaki*'si ya da Neyzen Tevfik'in Ney'i. Müzik her şeyi yerine koyuyor. Her sabah kulaklarıma dolan bir melodiyle yola çıkarım ben güney yarım kürede. Kozmik bir senfonidir dünya ve o dünyada doğa şarkılar söyler bana. Düş zamanı çocukları ile birlikte dans ederiz insan yüzlü bulutlar arasında. O zaman biraz umut dolar içime. (2010 - Melbourne'den Mektuplar Serisinden) Abarjin dilinde; Djang'kawu* Avustralya'nın Kuzey Bölgesi'ndeki Arnhem Land'in Yolngu halkının mitolojisinde yaratılış atalarıdır. Avustralya'nın manzarasını yaratan ve onu flora ve fauna ile kaplayan iki kadın ve bir erkek olmak üzere üç kardeştir. Waramurungundi* Gunwinggulara göre ilk kadın ve Wuragag'ın karısı. İnanca göre Waramurungundi Avustralya'daki her şeyin yaratıcısı, ana tanrıçadır. Dünya’yı doğurmuş, daha sonra da dünya üzerindeki her türlü canlıyı doğurmuş, şekillendirmiştir. Ayrıca bu inanışa göre Waramurungundi yarattığı canlılara farklı dillerde konuşmayı öğretmiştir. Didgeridoo* Kuzey Avustralya’daki yerli Avustralyalılar tarafından potansiyel olarak son 1.500 yıl içinde geliştirilen ve bugünlerde hem Avustralya’da hem de dünya çapında hala yaygın olarak kullanılan bir rüzgâr enstrümanıdır Yiddaki* Aborjinlerin mitolojik kahramanı. Efsaneye gör, Yiddaki soğuk bir gecede kanguru avından dönerken üşür ve ateş yakmak ister, bulduğu ince uzun bir kütüğü eline aldığında içinin oyuk olduğunu ve ağaç kurtlarıyla dolu olduğunu görür. Onları öldürmek istemez, ağzını kütüğün boşluğuna dayar ve hızla üfler, gökyüzüne doğru uçan minik kurtlar yıldıza dönüşür. Bu arada içi oyuk kütükten çıkan ses Yiddaki’nin hoşuna gider, burnundan alıp, ağzından nefes vererek kütüğü çalmaya başlar. Kütüğü alıp kabilesinin yanına gider. Yerlilelerin hepsine öğretir ve ne zaman bir savaşçı ölse ruhu vucudunu terk edip oyuk kütüklerin içine yerleşir. İşte bu olayın adına Didgeridoo denir. Ve kütüğün içine sadece erkek ruhu girdiği için o erkeklere mahsus bir müzik aletidir. Kadınların çalması tabudur. EVRİM AYKAN

KAYNAK: www.evrimaykan.com







Comments


bottom of page